Yalnızdım, yalnızdım ve yine yalnızdım. Ezelden dost olana yürümekteydim sessiz ve sakince. Müşahede ediyordum zulümle dolmuş dünyayı. Bir zamanlar insanların bedenlerine kelepçe vuruluyordu, köleleştirilip hizmet ettiriliyordu, firavunların emrine amade kılınıyordu. Kimi zaman İbrahim’in ateşine odun çektiriliyordu. Hep bedenler zincirliydi, eller kelepçeliydi. O zamanın zalimleri, ilahlıklarını sunuyorlardı insanlara. Kuvvetli olanlar kuvvetsiz olanları eziyordu. Çünkü sözüm ona; yeryüzünün Tanrıcıklarıydı onlar! Şimdikiler zahirde tanrılıklarını iddia etmeseler bile, aslında hep oyun içinde. Oyun aynı, yönetmen aynı, yazar aynı, senaryo aynı. Oynayan oyuncular farklı. Birileri birilerinin eline senaryo tutuşturup şu oyunu oyna demiş, insanlığı basite indirmiş. Akıllara kelepçe vurmuş, gönüllere porno film seyrettirmiş ve küçük tanrıcıklarsınız sizler demiş. Her küçük tanrının başında bir büyük tanrı bulunurdu şu medeniyetin dorukta olduğu dünyada. Büyük tanrı ne derse diğer tanrıcıklar ona uyardı. Muhalefet eden ise ya zalim ilan edilirdi ya terörist! Bunca zaman böyle oyalanıp gittiler. Yeryüzünün tanrıları büyük bir harbe tutuştu, büyük tanrı hastalanmıştı, adeta borç batağında yüzüyordu. Bu tanrıya yeni bir kan gerekti, çünkü bu asrın tanrıları kanla beslenirdi.
Eskiler meyve sebze yerdi, biraz vejetaryendi. Şimdi tanrıların dini de var. Bu asırda dinsiz tanrı olmuyor. Kimi Hristiyan kimi Müslüman kimi Yahudi, hatta kimi Nakşibendi kimi Rufai kimi Kabalacı kimi Süryani… Çünkü bu asırda bunlara bir kılıf lazımdı. Tanrılık iddiasında bulunsalar kimse yüzlerine bakmaz, kendilerine; insanlar kurban kılınmaz. Hele şu bizim hikmet arayanlar yokmu, onlardanda adam olmaz, neyse, var bir hikmeti diyelim, söze kaldığımız yerden devam edelim. Her yaptıklarında birer hikmet aranır olmuş bu asırda tüm tanrıların. Ama ne hikmetse bu tanrıların harp bölgesi Mezopotamya, Ortadoğu! Bunların büyük tanrısı dediğimiz gibi biraz mali sıkıntıya düştü, ülkesinde ekinler yetişmez oldu. Ağaçlar meyvesiz, kadınlar çocuksuz, erkeklerde spermsiz kaldı. Acilen bu büyük tanrıya bol meyveli bol çocuk verecek bol spermli Mezopotamya ve Ortadoğu’nun halkı lazımdı. Mezopotamya ve Ortadoğu’daki kendi eliyle yarattığı tanrıları kıskanıyordu. Gözü yeryüzünün tanrılığındaydı, tek tanrı olmaktı! Okyanuslara, tüm kara parçalarına, Müslim, gayri Müslim… Anlayacağınız her şeye hükmedebilmekti. Onun için Hristiyan kanı dökülmüş, Yahudi kanı dökülmüş, Müslüman kanı dökülmüş önemli değildi. Çünkü dava başka bir davaydı. Yahudileri Mesih’le, Hristiyanları Meryem Oğlu İsa’yla, Müslümanları Mehdi’yle uyutup duruyordu. Yahudilere vadedilmiş topraklar, Hristiyanlara adanmış ruhlar, Müslümanlara demokrasi ve özgürlük sunuyordu. Kendisine fikren veyahut da beden gücüyle karşı çıkanlar, dedik ya, ya terörist ya zalım oluyordu. Ama her şeyin bir sonunun olduğu gibi, onunda sonu yaklaşıyordu tanrılarıyla beraber. El ele veriyorlardı, kendine yakın tanrıcıklarıyla, kendi sonlarını biraz daha uzatmak için. Sonlarının uzaması için yeni, küçük, daha küçük tanrıcıklara ihtiyaç vardı. Bunun içinde devletlerin yıkılıp, yerine küçük devletçiklerin, bir il kadar büyük devletlerin yapılanması gerekiyordu. Devletten devletler, eyaletten eyaletler, anlayacağınız yapabilse apartman devletler kuracaktı. Halklar, afyonu yutmayı bırakın, damardan almıştı. Adeta bir robot misali olmuştu, etten candan birer robot. Siyasi liderlerini peygamber görecek kadar sapıtmış, onlardan da darbe gördüğünde kendisine kurtarıcılar aramış bir halk!
İşte böyle bir ortamı müşahede ediyordum ey cancağızım. Biraz geçmişten, biraz şu andan, biraz da gelecekten anlatmaya çalıştım. Sakın akideni bozma, kurtarıcılara kanma, bölünme! Çoklukta rahmet olmaz, çokluk vahdete girmezse birlik olmaz. Düşün, oyunları kavra! Ölenlere bak, askere gidenlere bak! Silah sıkanlara, kurşun atanlara, kurşun yiyenlere bak! O tanrıcıkların burnu bile kanamıyor, evlatları saltanat sürüyor. Mabetlerinde lüks hayat içinde yaşıyor. Bunlar sana ne demokrasi ne özgürlük ne de sana faydalı olacak başka bir şey verebilirler. Bu tanrılardan uzak ol! Çünkü sen, müminsin! Ferasetini kullan, sözümü anla! Din gününün malikinden, hükümdarından kork! Ebet olmayan dünya hayatına kanma! Bunların sonu yakın sen ayık olursan. İmanınla boğacağın gün yakın bunları, kim bilir belki ben görürüm belki ben göremem.
Bir şeyler daha anlatayım ki; söz yerinde olsun. Müslümanların halini düşünmekteydim. Rabbim bana hallerini gösteriyordu, kendimden geçmiş bir haldeyken. Ruhum ıstırap çekiyordu. Çünkü diğer insanlara nazaran Müslümanların hali daha perişandı. Birileri tarafından ruhlarına zincirler vurulmuştu. Doğruya koşacakları zaman birileri zincirlerini çekiyordu, ruhlar ıstırapta, gönüller perişan halde. Abitler, zahitler, erenler uykularını kaçırıp gözyaşlarını gönüllerine akıtıyordu. Birçok eren gündüzün olmasını istemiyordu adeta. Çünkü insanlar uyudukça daha az zarar görüyordu erenler! Ayık olan erenler, halkı Hakka iletmeye çalışıyordu. Çünkü benim seyrettiklerimi, benim bildiklerimi benim gördüklerimi onlarda biliyor onlarda seyrediyordu. Sonun başlangıcını seyrediyorlardı. Her yer kan revan, Müslümanlar görüyordum boğazlanan, Müslümanlar görüyordum tecavüze uğrayan. Çocuklar görüyordum kollar ayrılmış, baş gövdede olmayan. Kerbela’da olan olayların daha vahşetiydi bu, anlarsın. Yapan sözüm ona; Müslüman, yapılan Müslüman! Birbirlerine bombalar yağdırıyorlardı, Allahu Ekber sedalarıyla. Ne için? Tanrılar, tanrıcıklar rahat etsin diye! Mezhep kavgaları, meşrep kavgaları müminin işi değildir. Bir mümin, bir mümini nasıl boğazlar! Bir müminin bir mümine kadına nasıl tecavüz yapar! Erenler elini semaya açıyordu, gök kubbe çocuklar için ağlıyordu. Şimşekler sabiler için vuruyordu, artık erenler halkların uyanması için duayı bırakmış nefislerine tövbe ediyorlardı: Ya Rab! İçimizde ki zalımlar yüzünden münafıklar fasıklar, cahiller, yüzünden müminlere azap etme, gazap etme! Kimin safına geçsen basında zalım bir lider, erenler saf tutmuyordu. Oynanan oyun açık, senaryo aynıydı. İşte evlat kelepçelenmiş ruhlar, ıstırap çekiyordu bedenler içinde. Kah bu ruhlar kimi zaman erenlerin ruhu, Salihlerin ruhu veya mazlum bir müminin ruhu! Kadınlar kocalarına yas tutamıyordu, bu asırda o da ellerinden alınmıştı. Tecavüze uğrayan bir beden, o beden içinde ıstırap çeken bir ruh, evladı gözleri önünde boğazlanan bir anne yaman bir haldeydi. Buhranlı günler birbirini kovalayıp duruyordu. Bu asrın mutasavvıflarına baktıkça tasavvuftan, tasavvufçulardan utanıyordum. Hepsi kutbul ahtap olmuş sözüm ona, bir kadına tecavüz edilmiş veyahut da kundaktaki çocuk katledilmiş… Bunlar için önemli olan kutbul ahtap makamıymış. Ey canım! Ey can dostum, bak tasavvuf erbabı ne halde! Müslümanlar nerede? Yarışlar yapılıyor, hafızı kurralar seçiliyor, ezanlar okunuyor o güzelim ezanlar tüm ülkelerde. Bir yanda sala sesleri, cenazeler çıkartılıyor gasil hanelerde. Birileri kanlı elleriyle salatgahta namaz kılıyor, Allahu Ekber diye! Birileri def dümbelek, erkek kadın raks ediyor zikir diye! Uyuyanları uyandırmama sanatı icra ediyor tüm Müslüman ülkeler de. Sen halen ruhum zincirlenmedi diyorsan, Müslümanların hali niye böyle? Gel ruhunu zincirlerden kurtar. Bu dünyadaki ruhundaki zincirler, yarın cehennemdeki zincirlerin olacaktır. İslamlılığın, imanın kabul olmayacaktır. Çünkü sen bataklığın en dibinde, necasetin içinde, her yanın gönlün, gönlünün içi necasetin içinde! Necis olan bir yerde temizlik ne arar! İman olan bir yerde küfür ne arar! Ben sırati müstakimde sen tanrıcıklar peşinde! Benim gönlüm kullukta, sen ise tanrıcık olma sevdasında! Benim ruhum O’na koşar, senin ruhun zincirde. Ruhun kararmış, siyah ateşten zincirler vurulmuş bir halde mahşerde.
Ey iman edenler, sözüm size garip gelmesin. Benim nizahım benim kavgam Allah’la değil. Kendini ilah yerine koyan, tanrıcılığa soyunan kişilerle. Şimdi dersin ki; bunlar Müslüman! Nasıl tanrıcılık oynarlar, nasıl Haktan saparlar? Bilmez misin tarihi, Kerbela’yı, İmam Hüseyin’i! Hz. Hüseyin’in karşısında duranlar Allah adına durmuşlardı sözüm ona. Ama baktığın zaman, ne arar Allah korkusu o zevatta. Onlarda birer tanrıcılık sevdasında! Bu zahir planda! Birde işin manevi boyutu var, görünmeyeni var, hayvani nefsin Allah’a kafa tutması var, nizah etmesi var! Ey cancağızım, sen Allah’a itaati bırakırsan, nefsin büyür, büyür, öyle büyür ki; seni tanrı yerine koyar. Hele o nefsin eline, makam, saltanat, koltuk geçmesin! Ne din tanır ne iman, ne mazlum tanır ne gariban. Egolarına olursun sende kurban! İşte bu, tanrı olma sevdasıdır, tanrıdan daha iyi bilme!
Malum ki; Allah nefsi yarattı. Nefse sordu: Sen kimsin, ben kimim? Orada söylenen söz: Ene ene, ente ente; sen sensin, ben benim. İşte bu; nefsin yaratıldığı zaman Allah’a kafa tutması, kendini ilah saymasıdır! Yaratılmış bir kul; sen sensin, ben benim diyorsa, kaba tabiriyle tanrıcılık oynamaktır, kendini ilah saymaktır yaratıcı karşısında. Sen ibadetlerine koyul ki; nefsini terbiye et ki; nefsin küçülsün ruhun büyüsün, asi olmaktan kurtulsun.
İşte başa dönecek olursak, şu anda medeniyetlerin başındaki şahıslar tanrıcılık oynamakta. Bunlara daha fazla bir şeyler söylesek, bunları gale almış oluruz. Bu seyirde yazdıklarımız, bütün tanrıcılık oynayanlara olsun. Sözlerimiz müminlere rahmet, kâfirlere gadap olarak dönsün. Hidayet olunacak kullara Allah’tan hidayet, tüm müminlerin geçmişlerine ve müminlere rahmet, erenlere de sabır versin Cenabı Allah. Vesselam.
29 EKIM 2013 SALI – Büyük Dünyamdan Esintiler
Kutbiyye Otağının kurucusu ve fikir önderi. Fikirleri ve düşünceleri ile yaşayan bir Arif. Pir-i Türkistan Kalemi isimli kategoride yazar.
