Connect with us

Merhaba, ne aramıştınız?

Pir-i Türkistan Kalemi

Kendini Kaybeden Adam

Bir insan düşünün ki insanlardan kendini gizlemek için kaybolmakta. Bütün benliğini, iradesini, aklını yaratıcıya teslim etmiş.

Birçokları ararken kendini dünya üzerinde, birileri de kendini kaybetmekteydi. Anlayacağın; sana nasıl kendini kaybedersin bunu anlatacağım.
   Bir insan düşünün ki fikri yok zikri yok, ideolojisi yok. Ve bunlar yetmezmiş gibi ot misali yaşamakta dünyanın şatafatına kendini bırakmakta. Aklı birilerinin tekelinde irade-i cüzziyesinden ise bihaber gezmekte. Üç günlük dünyada kendini heder etmekte… Kendine yol göstericileri dinlememeye inat etmekte, böyle bir insan… Zengin olsa diyeceğim ki; parası bitinceye kadar yer, içer, gezer ama bu insanda o da yok. Ot gibi gelip geçmiş.
   Bir insan düşünün ki insanlardan kendini gizlemek için kaybolmakta. Bütün benliğini, iradesini, aklını yaratıcıya teslim etmiş. Diğer insanın dünyanın üzerinde gezmesi dünyaya bile yük olurken; ikincisi dünya üzerinde bir nevi Hakkın nimeti olmuş. Bir yanda gadap bir yanda rahmet olan insan… Bütün mesele; insanın kendini tanıması, nefsini bilmesi, ötelere geçmesi… O insana ot demeye dilim bile razı gelmiyor. Kuru otun üzerinde tohum olur, yere serpilir. Kimisi kök verir bahar aylarında köklerinden yeniden yetişir. Kimi biçilir hayvanlara yem olur, süt olur, sütten rahmet olur. Onun gadabı azabı hep kendisine olur. Çünkü kendisine faydası olmayanın başkasına faydası olmaz.
   Bir genç tanıdım. Kendisinden emin, ayaklarını yere sağlam basan, dertlerinin peşinde koşan, kendi nefsinden çok dostlarının nefsini düşünen bir genç. Kendinin yaşayacağı, evlatlarına miras bırakacağı bir dava bırakma peşinde olan ülküsüyle hep gurur duyan bir genç bu! Herkese, anlayan, anlamayan herkese davasını anlatmaktaydı. Devletinin güçlü olması için, milletinin şuurlu olması bilinci içerisindeydi o genç. Biliyordu, devleti güçlü yapan düşüncesiyle, yaşantısıyla, felsefesiyle, ekonomisiyle güçlü olan bir milletten geçerdi. Bu genç şunu da iyi biliyordu; halka bunu anlatmak zor ve güçtü. Ama yılmadan kutlu davasını anlatıyordu ve dört bir yana tesir ediyordu, davayı özünde yaşadığı için. Lakin bu gencin unuttuğu bir şeyler vardı. Davasının mükemmel olduğunu bende biliyordum, öyle bir devrin girdabına giriyordu ki; bu girdap hakikat namına ne varsa silip atıyordu sözde hakikat adına. Diğer bir deyişle; namertlerin mert sayıldığı bir devre giriyordu hazırlıksız bir şekilde.
   Kendine emanet olan ecdadından, kahramanlık destanları uğruna ölebileceği bir devlet, altında yaşayacağı bir sancak bırakılmıştı. Ecdadından tek yadigâr… Onun için hilalin dalgalandığı her yer vatanıydı, toprağıydı, devletiydi. O toprak altında yaşayanlar milleti, yareni, devleti, karındaşı, can yoldaşıydı. Ne bilirdi ki; o hilalin altında yaşayan tek millet saydığı karındaşından yareninden ihanet geleceğini. Çünkü batıl, silahlarını birleştirmiş, topyekûn kansız bir savaşın içine girmişti. Tek davaları vardı batının necaset akan davasında… Tüm devletleri yok edip, kendilerinin emrinde milletler, devletçikler yaratıp halkları sömürmekti gayeleri. Öyle bir asırdı ki; zulümler çoğalmış, o hilalin altında yaşayanlar birbirine vurdurulmaya başlanmıştı. Bu oyunun bir parçasıydı. Onların bir hedefi vardı; Türklük namına, İslam namına ne varsa silip atmak, nazlı sancağın altında şehit olmuşları unutturmak, düşünmeyen, idrak etmeyen, manda altında yaşamayı özgürlük sanan bir topluluk yaratmaktı!
   Bir gün o genç nazlı nazlı dalgalanan hilalin sancağı altında otururken gözü hilale takılmıştı. Derin hülyalara almış götürmüştü dalgalanan ay yıldızlı bayrağın hilali. Memleketine dönüp bir bakmış, bir ah çekmişti ki, yüreği parçalanmıştı adeta! Bu ah çekişine hilal karşılık veriyordu usanınca… Sessiz sessiz ağlıyordu hilal.
   Bir an durdu, sanki o gencin iç çekişlerine iştirak ediyordu. Ve iki damla hilalden gözyaşı damlıyordu gencin alnına. Genç kendine geliyordu o iki damla gözyaşıyla hilalin, kendine geliyordu. Ve kendi kendine şöyle sesleniyordu o genç: ‘’Ey aziz milletim, kendine gel, kendine gel ki; her burcunda dalgalanan bayrağın inmesin! Kendine gel ki; toprakların işgal edilip de kadınların ırzına geçilmesin’’ diyordu. Bazı şeyleri artık kavramaya başlıyordu. Üstad dediği kişi ona yol gösterip ışık oluyordu. Üstad dediği kişi ona çok şey öğretmişti. Davanın kutsiyetini, kut almışlığını, şehitlerin kanıyla sulanmış toprağın kutsiyetini anlatmıştı. Üstadının dizi dibinde bunları çok defa dinlemiş, ufkunu açmıştı.
   Ne zaman dara düşse efkârlansa, devlet millet vatan kavramları aklına gelse üstadı aklına düşmekteydi. Adeta üstadı bu kavramlarla onun düşüncelerinde özdeşleşmişti.
Bir gün üstadının yanına gitmişti o genç, yeni yeni fikirleriyle beraber. Üstadının yanına girince o fikirlerinden eser kalmamıştı. Çünkü üstadı gözyaşları döküyordu. Selamlaşıp hal hatır ettikten sonra titrek bir sesle üstadının neden ağladığını soruyordu.
Üstad cevap veriyordu gence: ‘’Ey evladım! Neden ağladığımı sende bilmektesin. Bize ait ne varsa, hepsi bir bir yok edilmekte, bizi anlamaya çalışanlar şimdi bak bizi terk etmekte. Nerde ülküdaşlarımız, dava arkadaşlarımız nerde! Özüne bak beni dinle! Bir bak, bir bak kim kalmış bu kutlu dava içinde. Birileri gelmiş koltuklarına kurulmuş, koltukların üstünde ahkâm kesmekte. Seni ve beni reddetmekte… Davanın meşakkatini çeken biz, sermayesini yiyen üç beş piç! Sanırmısın o koltukta oturanlar beni temsil etmekte! Bak gör, gidip de bir yerlere hizmet etmekte. Davamı tek parti temsil etmekte, oda üçe bölünmekte… Ey evlat! Neden üzülmekteyim dinle. Bir dava düşün ki başbuğsuz kalmış, bir dava düşün ki o davanın peşinde gidenler lideri hakir saymış, ülküdaşlarım büyük bir illette. Bu illet hastalıktır camiamı götürmekte. Bu dava başbuğumla ölmedi ölmez de! Her bozkurt bir başbuğdur benim indimde. Ey evlat! Neden ağlamaktayım! Davanın içindeki gönüldaşlarım ihanette. Eskisiyle, yenisiyle; makam mevki peşinde… Birileri çıkmış, beni davamdan uzaklaştırmak için her şeyi mubah görmüş. Bana karşı; faşistlerle, komünistlerle, batılın peşinde koşan üç beş kişiyle beni incitmekte. Ben ağlamayayım da kim ağlasın!
   Başbuğ gelmekte, başbuğ otağ kurmakta, alametler belirdi ey evlat! Zaman yakın haykırıyorum ülkücü gençliğe; başbuğ gelmekte, gelmekte! Ey evlat bil ki; manevi başbuğ görevde. Sancağı açmış, olan biteni izlemekte! Zahiren çıkacak lideri beklemekte heyecanla beklemekte. Vakti geldiği zaman Doğu Türkistan’dan Yemen’e, Anadolu’dan şahlanacak Başbuğ’um yine.
   Duysun beni yeryüzü, duysun beni Kürdü, Arabı, Acemi. Duysun beni Türkü, Türkmen’i! Başbuğun gelişi görünmekte, az kaldı sabret, Başbuğ Anadolu’dan gelmekte! Bir güneş gibi tuğunu açmış görünmekte, insanlığa adalet için gelmekte! Bu asrın başbuğu bizim içimizde. Türkoğlu Türk, yiğit ululardan, erenlerden, bilgelerden kut almış. Beyler gibi gelmekte!’’.
   Üstadının bu sözleri o genci derinlerden etkiliyordu. İlk defa üstadının ağzından bu kelimeler dökülüyordu. Genç soruyordu: ‘’Peki, kim bu başbuğ’’ diye üstada. Çünkü o da gayet iyi biliyordu ki; şu an davanın başında bulunan lidere her yönden cephe alınmıştı. Biliyordu ki emperyalist güçler birilerini hazırlamaktaydı başbuğluğa. Emperyalizme karşı kutlu bir direnişe girmişti çünkü. Geçte bir şeyler seziyordu. Biliyordu ki üstadının ağzından çıkanlar birebir olmasa da davasının liderinin ağzından da dökülüyordu.
Üstad o gence dönüp: ‘’Sen bana asıl başbuğu sormaktasın. Her devirde iki tane başbuğ vardır bilirmisin, biri zahiridir diğeri manevidir. Manevideki başbuğ zahirdekine etki eder, zahirdeki ise manevidekine. Hiçbir zaman hiçbir şekilde bu makamlar boş kalmayacak bu böyle biline’’ dedi.
Ve ekledi: ‘’Şimdi sana ismi versem büyük bir fitne olur. Kut almış davaya zararı olur. Hakkın takdirini bekle. Belki bizde göreceğiz, beraber yanına gideceğiz. O zaman anlarsın başbuğun kim olduğunu. Sükût et şimdilik, anlatırız başka seferde’’.
   Artık o genç kendinden geçmiş, her şeyiyle kendini davasına adamıştı. Sevdası, aşkı; davasıydı, hiçbir şey kendisini cezbetmiyordu. Artık ön saflara da çıkmıyordu. Davanın içinde yavaş yavaş kendini kaybettirmekteydi. Bu kaybettirme, davadan kopma değil, bilakis davanın tüm yükünü göğüslenmekti. O genç, bütün dava dostlarını tek bir çatı altına çağırıyordu. Biliyordu ki; teferruatlara boğulan zihinler davaya hizmet edemezdi. Birlik zamanıydı. Girdapların karşısında durabilmek için, ayrılık değil bütünlük lazımdı. Bilinmesi lazımdı ki; muhalefet yapmanın zamanı değil, makam mevki peşinde koşmanın zamanı değildi. Zaman halkına davayı anlatma zamanıydı. Çünkü hamdolsun ki anlatılacak bir davası vardı o gencin. İyi biliyordu ki; bozkurtlarının ölümü milletinin ölümü olacaktı! Madem böyleyse bozkurtları kendine getirmek, bozkurtları diriltmek lazımdı, dirilişi ise elzemdi. Bozkurtlar artık karanlıkları yırtıp aydınlıkları getirecek fikirler vermeleri lazımdı. Her bozkurt abid de olmak zorundaydı.
   Üstad haykırıyordu: Bozkurtlar diriliyor evladım, her sokak başında tekbir nidalarının duyulacağı gün yakındır, bekle ve gör. Mazine dön bir bak! Bozkurtlar öldü denildiği zaman bir yerde devlet olmaktaydılar. Ey bozkurdum! İslam’ın yılmaz bekçisi bozkurdum, peygamberin methini almış bozkurdum; esaret altında yaşamak senin için ölümden beter. Peygamber a.s kucağını açmış seni beklemekte. Peygambere layık bir ümmet bilincinde kendine gel, mazlum halkların, mazlum milletlerin, kahraman milletinin hamisi ol! Sakın ha korkma, sakın ha korkma ey Türkoğlu Türk! Karanlıkları yırtacak nice uluların var, yeter ki sen davanda samimi ol. Hakkın eli senin üzerinde olacaktır. Ne mutlu ki sana, Türk-İslam davası gibi kutlu bir davanın peşinden gitmektesin. Sen Müslümanın şerefini yüceltmektesin. Sen Hak için çile çekmektesin. Bu dünyada hiçbir maddenin satın alamayacağı kadar maneviyatın içindesin.
   Emperyalizme, komünizme, faşizme ve medeniyetsiz batının bütün oyunlarını boşa çıkarıp, demir yumruk gibi bunların üzerine inmektesin. Bil ki sen şereflisin, izzetlisin yine bil ki sen eşrefi mahlûksun. Allah’tan niyazım; ilelebet dünya döndükçe davam baki kalsın! Dostlarım aziz düşmanlarım zelil olsun. Her türlü fitneden uzak olasın. Rabbim emeğini boşa çıkartmasın, sırtın yere gelmesin, bileğin bükülmesin. Aziz dava arkadaşım. Yoldaşım. Gönüldaşım. Allah Türk budunu korusun ve yüceltsin!

1 TEMMUZ 2013 PAZARTESI – Büyük Dünyamdan Esintiler

Yazar:

Kutbiyye Otağının kurucusu ve fikir önderi. Fikirleri ve düşünceleri ile yaşayan bir Arif. Pir-i Türkistan Kalemi isimli kategoride yazar.